Ticketkonturolle
Esmer bir çocuktu. Yüzüne sinmiş hüzün, gözlerindeki yorgunluk, üstündeki yıpranmış kıyafetler… Belliydi, bir yerlerden kaçıyordu. Bir vatanı var mıydı, yoksa o da yolda mı kaybolmuştu, bilinmezdi. Tren vagonlarında sessizce dolaşıyor, varlığını hissettirmeden yol alıyordu. Bir müddet lavaboda bekledi, belki de orayı kendine sığınak bellemişti. Sonra usulca çıktı, sağımdaki boş koltuğa oturdu. Yorgundu, öyle yorgundu ki göz kapakları kendi ağırlığını taşıyamıyordu.
Zihni derin bir uykuya dalacakken, sert bir sesle irkildi:
“Ticketkonturolle!”
Bir an paniğe kapıldı. Gözleri sağa sola kaçacak bir yol aradı. Sonra çantasını hızla kavrayıp lavaboya doğru fırladı. Memur arkasından baktı, telsizine uzandı ve sessizce bir şeyler fısıldadı. Trenin o dar koridorunda belki de kaderinin en büyük çıkmazına sıkışmıştı çocuk.
Dakikalar geçti, yarım saat oldu. Hiç çıkmadı lavabodan. Dışarıda iki memur bekliyordu. Vagonun her iki kapısını tutmuşlardı, kaçacak bir yer bırakmamışlardı ona. Zaman donmuştu sanki. Herkes merakla gözlerini o kapıya dikmişti. Ve sonra…
Kapı açıldı.
Genç fırlayıp kaçmak istedi, ama trenin demir merdiven köşeliğine çarptı başı. Sert bir darbe aldı. Bir anda alnından süzülen kan, yüzüne yayıldı. O an zaman durdu. Herkesin soluğu kesildi. Bir çığlık yükseldi vagonun içinden; genç bir kızın dehşet dolu sesi yankılandı.
Ama çocuk durmadı. Ayağa kalktı, sendeleyerek kapıya yöneldi ve kendini dışarı attı.
Tren hala kalkmamıştı. Birkaç adım attı, sonra ayakları bedenini taşıyamadı. Yere yığıldı. İnsanlar etrafına toplandı, merakla, korkuyla, belki de biraz suçlulukla… Kimse bir şey diyemedi.
Ve o anda tren hareket etti.
Ben, kapıya bakakaldım. Ne bir şey söyleyebildim ne de bir şey yapabildim. Gözyaşlarım sessizce süzüldü yüzümden, tenimi okşayan soğuk bir rüzgar gibi. O çocuk, o gece trenin peşinde kayboldu. Belki de çoktan kaybolmuştu, biz sadece son sahnesine şahit olduk…
Bu olayın şokunu atlatamıyordum. Sanki içime ağır bir taş oturmuştu, nefes aldıkça daha da derine batıyordu. Gözlerimden yaşlar durmaksızın akıyordu, ne sildim ne durdurabildim. O geceye ne zaman dönsem, gözlerimin önüne hep o genç düşüyordu—yüzü kan içinde, gözleri korku ve çaresizlikle dolu… Gitmiyordu aklımdan, ne yaparsam yapayım çıkmıyordu zihnimden.
Bir hafta boyunca uykularım haram oldu. Gözlerimi kapatsam o anı tekrar yaşıyor, kalabalığın arasında ona yetişemeyişimi, hiçbir şey yapamayışımı izliyordum. Trenin kapısından bakarken gözyaşlarım nasıl yüzümü okşadıysa, şimdi de içime akıyordu o yaşlar. Sessiz, derin, yakıcı…
Sitem ediyordum. Kime, neye olduğunu bile bilmeden… Kedere, hayata, insanlara, hatta kendime… Bir çocuğun, belki de bütün umutlarını sırtına yükleyip çıktığı o yolculuğun son durağı neden böyle olmalıydı? Neden kimse onu kurtarmadı? Neden biz, gözlerimizin önünde bir hayatın sönüşünü izlemekle yetindik?
Kelimeler yetmiyordu, hissettiklerimi anlatmaya. İçimde tarifi olmayan bir boşluk vardı. Ve belki de en acısı, bu boşluğun bir daha asla dolmayacağını biliyordum…
ÖMER MİDYATLI
Yazar / Sizin Medya.Com