'Bu sürece dur demek gerekiyor'
Köşe yazılarını 'Kayda Geçsin' adını verdiği kitabında toplayan gazeteci Ece Temelkuran, "Tek seçenek atıldığımız...
Kitabın önsözünde baskı ortamında muktedirlerin rolünden çok, toplumsal tereddüde işaret edip endişenizi dile getiriyorsunuz. Bu tereddüdün kaynağı nedir, toplumsal kimliğimiz mi, yoksa yeni bir Türkiye iklimi mi?
Elbette Türkiye’de yaratılan siyasal iklim. Nitekim daha kitap çıkmadan ‘bir güne bir linç’ kampanyasının başında gördük ki tereddüt bir süre sessizlik yarattı. Bu, benimle ilgili olan kısmı ama bugüne kadar tutuklu meslektaşlarımızla ilgili tavır. Örneğin, tereddüt diye bahsettiğim bu üretilmiş kafa karışıklığı nedeniyle, epey zaman geçirildi o konuda sessizce. Kitapta faşizmin doğasına dair bir bölüm yazdım. Dünya tarihinde hiçbir zaman yeteri kadar uzak mesafedeyken teşhis edilememiş bir hastalıktır faşizm. Yeterince yakınlaştığında ise zaten artık çok geçtir. Bugün en kişisel ilişkilerimize kadar sızmış vahşet ihtiyacı, Twitter’da izlediğimiz nefret ayinleri, bundan bağımsız değildir. Kimse kimseden bu kadar nefret etmiyordu bu ülkede. Bir de şunu düşünmelerini isterim insanların. Bugün benim şahsımda vücut bulan bu ayinler, kendi kişisel üretimleri değildir o insanların. Bu üretilmiş bir meseledir. Nasıl üretildiğini kitapta anlattım. Merak eden açsın baksın.
İktidarın sahip olduğu oy desteği, Türkiye’nin bu ‘tuhaf günlerinde’ ne kadar etkili?
İstanbul’a ne zaman şöyle bir baksam, o tepelere, kalabalıklara filan, diyorum ki “Kimsenin umurunda değil aslında.” Yani işte bir avuç insan “özgürlük, eşitlik, adalet” diye bağırıp duruyoruz. Ahmet ile Nedim içeride mesela, kaç kişinin umurundadır Türkiye’de? Adam buzdolabının taksitini ödeyebiliyor mu, ev kirasını verebiliyor mu, buna bakıyor. Gazetecileri kepçe ile alıp içeri tıkıyorlarmış. Eee? Düşünce özgürlüğü filan bunlar lüks şeyler. Böyle düşünüyor insan. Ama şu da var tabii. Sanıyorlar ki ancak bazı şeyleri düşünürsen ve söylersen başın dertte, o meselelere dokunmazsan keyfin keka. Öyle değil işte. İnsanın gölgesinden korktuğu zamanlara gidiş, içinde bulunduğumuz bu zamanlardan geçmeden başlamaz. Etliye sütlüye bulaşmayan insanların da korkacağı zamanlar önce gazetecilerin, aydınların, yazarların, profesörlerin susturulmasıyla başlar. O zaman buzdolabının taksitini ödeyememekten korkanlar, bir şaka yaparsa içeri alınmaktan korkan insanlara dönüşürler. Oy desteği önemli ama bir de Türkiye’de özgürlük peşinde olanların tarihte ilk kez gerçek anlamda yalnız kalması da söz konusu. Ne Avrupa var ne Batı var ne de muhalefet var. Alacağız yani boyumuzun ölçüsünü.
Paul Auster ile Recep Tayyip Erdoğan arasında tartışma hakkında ne düşünüyorsunuz? En son kendisi de Ergenekoncu olmakla suçlandı. Artık her muhalifin belirli bir çerçeveye oturtulduğunu söyleyenlere katılıyor musunuz?
Başbakan Erdoğan’ın sözleri eğer İngilizceye çevrilip yurtdışında yayımlanırsa ki olmuştur diye tahmin ediyorum, bizim buralarda nasıl bir durumla boğuşmakta olduğumuzu insanlar daha iyi anlayacak. Mesele şu ki, ben ne zaman söylenenleri, yapılanları yazsam, diyelim ki İngiltere’dekiler ya da Mısır’dakiler, uydurduğumu sanıyor. Zira absürt bir durum. Ben şimdi İdris Naim Şahin’i nasıl açıklayayım Tunusluya? Ya da Alper Görmüş’ün The Guardian’ı Ergenekoncu ilan etmeye çalışmasını nasıl açıklayayım? Anlamazlar. Ciddi bir gazetede ciddi bir yazarın, hem de ‘yapısöküm’ filan gibi üst perdeden laflar edip Guardian’da çıkmış yazı üzerinden beni Ergenekon’a bağlamaya çalışmasının ardındaki siyasal sefaleti anlatmak için sadece iyi bir İngilizce değil, sağlam da sabır lazım. Bende var mı göreceğiz. Üç yıl önce Taraf’ta yayımlanmış lahika mı nedir, orada adımın çıktığı kimsenin ciddiye almadığı bir belge iddiasını yeniden pişirip beni hedef göstermek için kullanmayı ben kime anlatayım? Kendi aramızda halledeceğiz bu işi.
Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil, demişsiniz ama yine de sormak istiyorum. Bu ‘tuhaf zamanlar’ın bir gün geride kalacağına yönelik bir beklentiniz var mı?
Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez. Elbette bitecek. Ama bu kendiliğinden olacak bir şey değil. İradi olarak bu sürece dur demek gerekiyor. Yani eşyanın tabiatı gereği değildir muhalefet, insanın düşünme, yapabilme, değiştirebilme kapasitesine, inancına, inadına dayanır. İnsanın hayata iradi müdahalesini gerektirir. Bazı cahiller de, ben böyle iradi müdahale deyince, “Vay askeri müdahale dedi” diye atıyorlar kendilerini ortaya. Allah selamet versin onlara da.
Habertürk’ten gelen açıklamayla birlikte gazetecilerin sosyal medya kişilikleri hakkında birtakım kısıtlamaların getirildiği tartışılmaya başlandı. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
‘Sosyal medyada doğruyu söyler köşe yazarken şaşar biri’ olsam anlarız da benim yazdıklarım ortada. Geçen gün Ezgi Başaran yazdı bunu, benzer bir şekilde benimle ilgili. Habertürk de Kenan Bey (Tekdağ) de olabilecek en zarif şekliyle gerekçenin siyasi olduğunu söylediler zaten. Yoksa aynı düşünceyi orada yazmışsın, burada söylemişsin hiçbir şey fark etmez. Muhabirlerin fikirlerini sosyal medyada söylemesi başka bir konudur, tartışılabilir. Ama zaten fikir yazıları yazan birinin orada burada ne söylediği tartışacak, hele ki ciddi olarak tartışılacak bir mesele değildir kanımca.
Bugün muhalif olmayan medya kurumunda muhalif olmak mümkün mü?
Bugün muhalif olan kurumda bile muhalif olmak o kadar kolay değil. Değil ki muhalif olmayan medyada... Yıllar yıllar evvel Milliyet’te bir yazı yazmıştım, Vicdan İstasyonları diye. Bugün ‘vijdan kuaförü’ lafını çok dâhiyane, yeni bir buluşmuş gibi dillerine dolayanlar açıp okuyabilir. Ben kendimin ve benim gibi ana medyada durmaya çalışan insanların durumunun yıllardır farkındayım ve bunu yazmışım zaten. Öte yandan şu da var: Bütün bu susturma ve marjinalleştirme çabasında bana biçilecek gömleği de giymem, onu da söyleyeyim. Ben hala ana medyada durmayı, orada söz söylemeyi önemli buluyorum. Ben oradan çıkarıldım diye bu fikrim değişecek değil. Orada durabilen arkadaşlar son gününe kadar durmalı.
İşten çıkarılmanızda ‘kraldan çok kralcı’ olduğu söylenen kişi ve kurumların hoşnutsuzluğu mu söz konusu? Yoksa AK Parti Hükümeti’nin, hatta daha da ileri gidersek Başbakan’ın doğrudan etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Birkaç gün öncesine kadar Başbakan’ın bu işlere dâhiline sebep olacak kadar önemli biri olmadığımı söylerdim bu soruya cevaben. Ama şimdi bakıyorum. Sanırsın ki The Guardian’ı ben yönetiyorum, uluslararası basın emrimde... Linç kampanyasının büyüklüğüne bakınca “Vay be ben neymişim” diyebilirim kolayca. Ama mesele benim ne acayip bir şey olmam değil. Mesele en küçük bir farklı sese katlanılamaması.”Aman bizimkinden başka düdük ötmesin.” Mesele budur! Başbakan’ın yine de bir dâhili olduğunu sanmam. Daha önemli işleri vardır diye düşünüyorum.
Ana akım medyada yer almanın zorluklarından bahsetmişsiniz. Teklif gelirse yine ana akım medyada yer alır mıydınız?
Teklif gelirse... Güzel soru. Konuya biraz daha yukarıdan bakarsak ve eğer benim yazılarımı basının içinde bulunduğu serbest piyasa ekonomisinin terminolojisiyle çok satan bir mal olarak değerlendirirsek ortaya şu çıkıyor. Kâr mantığını bile yenen bir korku yaratılmış durumda. Ama teklif gelirse tabii ki düşünürüm. Hiç değilse benim yazı yazacak yerim kalmayınca hakkımda durmadan yazı yazmaya başlayan insanlara cevap verecek bir yerim olur. Twitter’da 140 karakterle ‘yapısökümü’ gibi iddialı saldırılara cevap verilemiyor kabul edersiniz ki.
Uzun zamandır köşe yazıları yazıyorsunuz. Şimdiye kadar ‘Keşke böyle yazmasaydım’ dediğiniz yazı oldu mu?
Oldu. Binlerce yazı yazdım. Oldu tabii. Ama bu ara en çok yazamadığım yazılardan muzdaripim. Mesela Cüneyt Cebenoyan’ın kızı Elif bir yazı yazmış, “Anne Yönetme Sanatı” üzerine, onun üzerine yazmak isterdim. Onat Kutlar, Yasemin Cebenoyan, deprem ve Elif üzerine uzun bir yazı yazmak isterdim. Bu ülkenin kaderine dair acayip bir hikâyenin mutlu sonudur Elif’in yazısı. Neyse... Yazarız bir gün.
KAYDA GEÇSİN
Ece Temelkuran
Everest Yayınları
2012, 336 sayfa, 15 TL.
(Alpbuğra Bahadır Gültekin - Radikal)
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.